16 Ocak 2012 Pazartesi

TÜRKİSTAN -20. YÜZYILA KADAR-

I.                   Türkistan’da Kurulmuş Kabîle, Hânedan ve Hanlıklar
a.      Özbekler
Bugün büyük bir kısmı Özbekistan’da bulunan Özbeklerin menşei Cengiz Han’ın en büyük oğlu Cuci’nin dönemine dayanır. Cuci’nin ulusu bozkır halkı diye isimlendirilebilecek göçer Türk boylarından oluşmaktaydı. Bunların içinde yer alan ve sayıları fazla olmayan Moğollar da Türk dilini benimseyerek bu boyların arasında erimiştir. Bozkırda genellikle tanınmış bir idarecinin veya kumandanın başında bulunduğu grubun zamanla onun adını taşıması geleneği gereğince Cuci’nin haleflerinden Özbek Han’ı liderleri olarak kabul eden Cuci ulusunun dört şubesi onun ismini kendilerini tanımlamak üzere kullanmaya başlamış, böylece Özbekler denen topluluk ortaya çıkmıştır.[1] Kısacası Altın Orda Hanı Özbek (1312 - 1340)’ın ahfadından gelen idareciler tarafından Fergana vadisindeki Türkleri bir araya toplayarak yeni bir devlet kurulmuş ve bu devlete “Özbek Devleti”, halkına da “Özbekler” denilmiştir.
Cengiz Han zamanında Moğol hâkimiyetine girmelerine ve hatta bazı Moğol unsurlarla iç içe yaşamalarına rağmen kendi millî karakterlerini ve kültürlerini muhafaza eden Türkistan Türkleri, Moğol İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra da varlıklarını daha da kuvvetlendirerek devam ettirmişlerdir. Timurlular devrinin esas halk kitlesini teşkil etmelerine rağmen Türkler, o devrin taht mücadelelerine mümkün olduğu kadar az karışmış ve Moğol kabilelerinin tasallutundan da kendilerini koruyarak XV. Asrın ortalarına doğru Orta Asya’da bir kuvvet hâline gelmeye başlamışlardır. Sonunda Batu’nun kardeşi Şeybânî ahfadından gelen Ebülhayr Han (1428 - 1468), büyük dedesi Özbek Han’ın adını verdiği devleti 1428’de kurarak istiklâlini ilân etmiştir.[2]
Timurlu prenslerin taht kavgalarından istifade eden Ebülhayr Han 1447 yılına kadar geçen süre içinde Seyhun hattındaki Sığnak’tan Özkent’e kadar uzanan bütün müstahkem şehirleri Özbekler’in sınırlarına dahil etmiştir. Ebülhayr yönetiminde önemli başarılar elde eden Özbekler bir süre sonra Moğol asıllı Oyratlar’ın saldırıları ile güç duruma düşmüşler ve prestij kaybına uğramışlardır. Ebülhayr Han’ın iç siyasetteki hataları da buna eklenince Özbekler’in bir bölümü ana kitleden ayrılıp Moğolistan Hanı İsen Buga Han’ın yanına göç etmiştir. Bu topluluk daha sonra kazakları oluşturmuştur.
Ebülhayr Han’ın ölümünün ardından meydana gelen karışık ortam Özbek boylarının çeşitli yerlere dağılmasına yol açmış, bunları tekrar birleştirme faaliyeti Şeybânî Han’ın öncülüğünde XVI. yüzyılın başında gerçekleşmiştir. Deşt-i Kıpçak’tan göç eden Özbekler’in farklı sülâleleri Türkistan topraklarında XVI. yüzyılda iki hanlık oluşturmuştur. Bunlardan biri Şeybânîler ve Astrahanlılar’ın hüküm sürdüğü Buhara Hanlığı (1500 - 1785), daha sonra Mangıtlar’ın yönetimi üstlendiği Buhara Emirliği (1785 - 1920), ikincisi Yâdigâroğulları ile Kongrat hânedanlarının yönetiminde bulunduğu Hîve Hanlığı’dır (1512-1920). Bu Özbek hanlıklarına XVIII. yüzyılda Hokand Hanlığı da eklenmiştir (1710 - 1876).[3]

b.      Şeybânîler
Hânedan adını, Özbekler’in atası Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci’nin Şeybân ismindeki oğlundan almıştır. Tarihçiler, Şeybânîler adını Muhammed Şeybânî’nin soyundan gelen Mâverâünnehir’deki hükümdarlar için kullanmıştır. Bunlara Muhammed Şeybânî Han’ın dedesi Ebülhayr’a nispetle Ebülhayrîler denilirken yine Şeybân’ın soyundan gelen başka bir kol Arabşah b. Pûlâd’a nispetle Arapşâhîler (Yâdigârîler) adıyla da tanınmıştır. Ebülhayrîler XVI. yüzyıl boyunca bugünkü Güney Kazkistn, Güney ve Doğu Özbekistan, Tacikistan ve Kuzey Afganistan’da hüküm sürmüşler, Arapşâhîler XVI-XVII. yüzyıllarda zamanımızdaki Türkmenistan, Batı Özbekistan ve Aşağı Amuderya’ya hâkim olmuşlardır.
 Şeybân 1241’de Macaristan’a yapılan sefer sırasında dikkat çekmiş, dönüşte Irgız, Savuk ve İlek ırmaklarından Ural dağlarına kadar olan bölge kendisine yazlık; Arakum, Karakum, Siriderya, Çu ırmağı ve Sarusu boyları kışlık yurt olarak verilmiştir. Şeybân’ın soyundan gelenler uzun süre bu bölgelerde hâkimiyetlerini devam ettirdikten sonra Batı Sibirya’nın Tümen ve Tobolsk bölgelerine göç edip burada yaşayan kabileleri egemenlikleri altına almışlar, zaman zaman Türkistan’a seferler yapmışlardır. Bu soydan gelenlerin Batı Sibirya bölgesindeki ilk hanı Ebülhayr’dır. Ebülhayr’ın torunu olan on yedi yaşındaki Şeybâni Muhammed, babası ve dedesi 1468’de vefat edince etrafındaki çok az insanla ortada kalır. Şeybânî Han önce Astarahan’a gider, bir süre sonra düşmanlarının takibinden kurtulmak için Taşkent’e geçip burada hüküm sürmekte olan Çağatay Hanı Muhmud Han’ın hizmetine girer. Hizmetinden memnun kalan Mahmud Han, Türkistan’ı kendisine yurtluk olarak verir (1488). Bölgede giderek güçlenen Şeybânî Han 1500-1507 yılları arasında Mâverâünnehir, Hârizm ve Horasan’ın hemen hemen bütün şehirlerini ele geçirir ve Şeybânîler (Özbekler) adıyla bilinen hânedânı kurar.
Şeybânî Han, Cengiz soyundan olmayan Timurlular’ın elinden saltanat hakkını alarak hanlığı ve yasayı yeniden canlandırmıştır. Orta Asya’da Sünnîliğin en güçlü temsilcisi konumuna gelmiş ve İran’da bir Şii devleti kuran Şah İsmâil ile mücadeleye girişmiştir. İki kuvvet arasında kaçınılmaz hale gelen savaşı, o sıralarda Kırgızlar’ın Şeybânî Han’a karşı isyanından da faydalanan Şah İsmail kazanarak 1510 senesinde Şeybânîler’e büyük bir darbe indirmiştir. Savaşta hayatını kaybeden Şeybânî Han’ın ölümünün ardından Şaybânîler, Şah İsmail’e bağlılıklarını bildirmiş ve ona çeşitli armağanlar gönderip Mâveraünnehir’e girmemesini istemişlerdir. Bir anlaşma yaparak Ceyhun’un sol tarafındaki bütün yerleri Şah İsmâil’e bırakmış olsalar da Şah İsmâil sözünde durmamış, Bâbür’ü Mâverâünnehir üzerine sefere teşvik etmiş ve Semerkant’ı almasına yol açmıştır (1511). Fakat Bâbür hiç beklemediği bir sorunla karşılaşmıştır. Koyu sünnî olan Buhara ve Semerkant halkı Şiîler’le iş birliği yaptığı için kendisinden ayrılmıştır. 1512 yılında Ubeydullah Han kumandasındaki Şeybânî ordusu Kul-Melik mevkiinde Bâbür’ü ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra Bâbür, Mâverâünnehir’den vazgeçmiştir. Böylece başta Buhara ve Semerkant olmak üzere bütün Mâverâünnehir tekrar Şeybânîler’in eline geçmiştir.
Şeybânîler 1512’de Köçkünçi Han’ın başkanlığında toplanan kurultayda ülke topraklarını kendi aralarında yeniden taksim etmişler, kurultayda Köçkünçi Han’dan sonra kimin han olacağı belirlemişlerdir. Köçkünçi Han’dan (ö.1530) sonra tahta oğlu Ebû Said Han geçmiştir. Üç yıl kadar hükümdarlık yapan Ebû Said Han’ın ardından Muhammed Şeybânî Han’ın yeğeni Ebülgazi Ubeydullah Han b. Mahmûd, Şeybânî tahtına çıkmıştır. Cesur ve dirayetli bir devlet adamı olan Ubeydullah Han ülkenin birliğini sağlamak amacıyla birçok girişimde bulunmuştur: Buhara’yı devlet merkezi yapar, Osmanlı Padişah’ı Kanûnî Sultan Süleyman’a elçi gönderir, bunların yanında dış siyasette Horasan için verilen mücadelelerde İranlı güçlere sürekli engel olur. Ancak kendisinden sonra gelen I. Abdullah Han b. Köçkünçi (1539 - 1540), Buhara’da Abdülaziz Han (1540 - 1550) ve Semerkant’ta Abdüllatîf Han b. Köçkünçi (1540 - 1552) dönemlerinde iç mücâdeleler şiddetlenmiş ve merkezî otorite zayıflamıştır. Nevruz Ahmed Han b. Süyuncuk ve I. Pîr Muhammed Han b. Canbeg’in ardından 1561 yılında Şeybânî tahtına çıkan İskender Han b. Canbeg (1561 - 1538) devleti bizzat yönetmediğinden onun döneminde fiîli yönetim oğlu Abdullah tarafından yürütülmüştür.
Buhâra’da oturan II. Abdullah Han b. İskender’in hükümranlığı sırasında (1583 -1598) merkezî otorite yeniden tesis edilmiş, bütün Türkistan ülkesi bir devlet halinde birleştirilmiştir. Bu dönemde Safevîler ile savaşlar devam etmiş ve Horasan yeniden Şeybânîler’e bağlanmıştır. II. Abdullah’ın ölümünün ardından oğulları arasında taht mücadelesi başlamıştır. Oğlu Abdülmü’in tahta geçtikten altı ay sonra öldürülünce Mâverâünnehir ve Belh’te Şeybânî hâkimiyeti sona ermiştir. Tahta II. Pîr Muhammed Han b. Süleyman geçince 1598 kışında Buhara’da bazı karışıklıklar çıkmıştı II. Pîr Muhammed emîrleri tasfiye etmeye kalkışınca Şeybânîlerîn anne tarafından akrabası olan Canoğulları’nın kurucusu Bâki Muhammed’in müdahalesiyle karşılaşmıştı. Yapılan savaşta Pîr Muhammed bozguna uğrayıp hayatını kaybedince Türkistan’da Şeybânîler sülâlesinin hükümranlığı sona ermiştir (1599). [4]
c.       Canoğulları (Astarahanlılar)
1599 - 1785 yılları arasında Buhara ve civarında hüküm süren bir Türk-İslâm hanedanıdır. Cânîler olarak da bilinen hânedân, adını kurucusu Bâkî Muhammed’in babası Can Muhammed’den alır. Canoğulları’na Volga nehri kıyısındaki anayurtları Astarhan (Hacı Tarhan) şehrinden dolayı Astarhamlılar denildiği gibi ataları Cuci’nin oğlu Toga Timur’a nisbetle Toga Timurlular da denmektedir.
Ruslar 1556’da Astarhan’ı istilâ edip kendi topraklarına katınca Astarhan Hükümdarı Yâr Muhammed ile oğlu Can Muhammed Hârizm üzerinden Buhara’ya kaçarak Şeybânî hükümdarı İskender Han’a sığındıktan sonra Can Muhammed burada İskender Han’ın kızı Zehra ile evlenir. Can Muhammed’in kayınbiraderi olan Şeybânî Hükümdarı II. Abdullah Han’ın 1598’de ölümü üzerine yerine geçen Abdülmü’min Semerkant’a gelerek biatları kabul eder (1598).
 Abdullah Han'ın akrabalarından Pîr Muhammed'in Belh'te, Abdülemîn'in de Buhara'da hüküm sürmesine rağmen ülkenin batıdaki toprakları Safevî Hükümdarı Şah I. Abbas tarafından istilâ edilirken doğusu da Kazaklar'ın tehdidine mâruz kalmıştır. Şeybânîler'in bu çöküş döneminde Bakî Muhammed ve kardeşleri Horasan, Kûhistan ve Sîstan'da çok geniş bir alanda kontrolü ele geçirmek için seferber olmuş ve. bu sırada Herat valisi. Şah I. Abbas'ın Horasan üzerine yürüdüğünü görünce kapılarını Din Muhammed'e açmış, ona Şeybânî tahtını teklif etmiştir. O da Herat’a yerleşerek bütün Mâverâünnehir'e sahip olmak için Horasan'ı kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Ancak Din Muhammed Pulisâlâr Savaşı'nda Safevîler'e yenilmiş ve savaşta aldığı yara sebebiyle bir süre sonra ölmüştür. Horasan İran'ın hâkimiyetine geçmiştir. Yâr Muhammed ile bütün akrabaları Meymene şehrine kaçarak II. Pîr Muhammed'in hanlığı süresince burada kalmışlar. Bu gelişmeler üzerine ümitler Bâkî Muhammed'e bağlanmıştır Bâki Muhammed, son Şeybânî Hükümdarı Pîr Muhammed'i destekleyerek Buhara'yı muhasara etmekte olan Kazak kuvvetlerini geri çekilmeye mecbur edince kendisine Semerkant valiliği verilmiştir. Ancak 1598 sonbaharı ve 1599 kışında Buhara'da bazı karışıklıklar çıkmıştı. Pîr Muhammed emirlerini tasfiye etmeye kalkışınca Baki Muhammed'in müdahalesiyle karşılaşmış ve yapılan savaşta Pîr Muhammed'e bağlı kuvvetler bozguna uğratılmış, kendisi de sefer sırasında ölmüştür.
Can Muhammed, Bâkî Muhammed, İmam Kulı Handan sonra Ubeydullah Han (1702-1711) merkezî hükümeti güçlendirmek ve devlet otoritesini yeniden tesis etmek istemiş fakat takip ettikleri ekonomik politika 1708’de isyana sebep olmuştur. 1710’da ise Fergana vadisi Buhara ile bağlantısını kopararak Hokand Hanlığını oluşturmuştur.[5]
d.      Mangıtlar
Mangıtlar, Deşt-i Kıpçak’ta Türk boylarıyla karışıp İslâmlaşan bir Moğol kabilesidir. Moğolların efsanevî ataları olan Alankoa’nın evlâtlarından Nirunlar’a bağlanan Mangıtlar’ın ataları, Alankoa’nın yedinci göbekten torunu Tumine’nin dokuz oğlundan en büyüğü Caksu’nun Nuyaktin, Urut ve Mangut adlı üç oğluna dayandırılır. Mangıtlar Cengiz Han zamanında Tayciyutlar ile birarada yaşamışlardır.
Cengiz Han’dan sonra bütün Moğol gruplarının bünyesinde bir miktar Mangıt vardır, ancak bunlar ağırlıklı olarak Cuci ulusu içinde Altınorda sahası içinde etkili olmuşlardır. Burada sadece kabile yapılarını korumakla kalmayıp diğer göçebe Türk toplumu ile birleşmişler ve kendilerini Türk saymaya başlamışlar. Kabilenin İslâmiyeti kabulü de bu sıralarda gerçekleşmiştir. Mangıtlar’ın meşhur beyi Edige’nin atası Baba Tükles’in bu hususta önemli katkısı olmuştur. Baba Tükles’in dışında Seyyid Ata, Deşt-i Kıpçak sahasının en uzak yerlerine kadar giderek Özbek, Mangıt ve Tatarlar’ın arasında İslâmiyet’in yayılması için çalışmıştır. Mangıtlar, Altın Orda alanında sadece Türkleşip İslâmlaşmakla kalmayıp aynı zamanda bir güç merkezi oluşturarak beyleri vasıtasıyla bu devletin tarihinde etkili rol oynamışlardır.
Altın Orda içerisinde Mangıtlar, esas olarak İdil ırmağının iki tarafında ve Aral gölünden Sibir’e kadarki bölgede yaşamışlardır. XV. yüzyıl ortalarında Mangıtlar, Edige’nin torunu Vakkas Bey’in yönetimi altında Ebülhayr Han’ın saltanatında önemli bir rol oynamışlardır. Benzeri bir duruma Şeybânî Han’ın saltanatı sırasında da rastlanmıştır.
Buhara Hanlığı’nda Canoğulları hânedanından sonra Mangıt hânedanı başa geçmiştir. Mangıt hanları sülalesinin reisi Atalık Muhammed Rahîm ve oğlu Dânyâl Buhara’da vezirlik yapmışlar, Canoğulları’ndan son han olan Ebülgazi, kızını Mangıtlar’dan Dânyâl’in oğlu Mîr Murad Ma’sum Şah ile evlendirmiş. böylece Mangıtlar ile Canoğulları arasında akrabalık bağı kurulmuştur. Sülâleden Mîr Murad Mâsum Şah’tan sonra halefleri emîr ünvanını kullanmışlardır. Dânyâl, Murad Ma’sûm Şah, Haydar, Nasrullah, Muzafferüddin, Abdülahad ve Alim Han Buhara Hanlığı’nı yöneten Mangıt hanları olmuştur.[6]
II.                Rusya’nın işgali öncesinde Özbek Hanlıklarının Siyasî ve Sosyo-Ekonomik Durumları
Rus Devleti Türkistan’ı ele geçirme hareketine kesin olarak giriştiğinde, Özbek hanlıklarının durumu nasıldı sorusu ortaya çıkar. Emir Timur’un Altın Orda’yı parçalaması Rusya’nın bağımsızlığını kazanmasına neden olmuş ve Türkistan’da asırlar boyu devam edecek olan huzursuzluk ve düzensizliğin çekirdeğini oluşturmuştur. Bu durum hanlıkların Rusya Devleti tarafından istilâ edişine kadar varmıştır.

a.      Buhara Hanlığı
1.      Siyasî Hayat
1599’da Astrahan Hanı Yar Muhammed’in torunu Baki Muhammed kendini Buhara hanı ilan etmiştir. 1753’te Mangıt sülalesinin kurucusu Muhammed Rahim Atalık hakimiyeti ele geçirdiyse de hanlığın içinde sükunu sağlayamamıştır. Buhara Hanlığı, Amuderya’nın sağ kıyısından Hârizm Hanlığı topraklarına kadar uzanan topraklar üzerinde kurulmuştur. Komşuları olan Hîve, Hokand ve Afganistan ile iyi ilişkiler kuramamıştır. Şah Murad (1758-1800) döneminde huzura kavuşan bu hanlıkta o dönem eğitime önem verilmiş, kanunsuz vergiler kaldırılmış, dış siyasette önemli işler gerçekleştirilmiştir. Yerine geçen oğlu Emir Said Haydar (1801 - 1826) döneminde din eğitimine önem verilse de bu dönem iç savaşlarla geçmiştir[7]. Onun ölümünden sonra oğulları arasında taht kavgası başlamış ve mücadelede gaddarlığı ile bilinen Nasrullah (1826 - 1861) üstün gelmiştir. Nasrullah Han 1840’da Fergana (Hokand) Hanlığı’na hücumdan sonra Muhammed Ali Han’ı idam ettirmiştir. Daha sonra Şehr-i Şebz’i ele geçirmiştir. Belh, Haymana, Andhoy, Kunduz, Şıbırgan ve Mezâr-ı Şerîf beylerinin ayrılıkçı hareketlerini fark ederek onlar üzerine yürümüş fakat 1849’da Belh eyaletini Afganistan’a kaptırmıştır.
Nasrullah ölünce, oğlu Muzaffer (1861-1885) tahta geçmiştir. 1865 yılında Hokand Hanlığı, Taşkent’i Ruslardan korumak için mücadele ederken o da Hokand’ı işgal ederek arkadan vurmuş, bunun sonucunda da Buhara 1868’de Rus himayesini kabul etmek zorunda kalmış ve 1920’de Bolşevikler tarafından ortadan kaldırılmştır.[8]
2.      Devlet Yönetimi ve Ordu
Hanlıkta hâkimiyet, sınırsız hukuka sahip hanların elinde olup toplum hayatı şeriat kanunlarına dayandırılarak şekillendirilmiştir.
XVI-XVII. yüzyıllarda atalık rütbesindeki kişi, hanın sağ kolu olarak kabul edilip bütün ülkenin yönetim birimleri onun elinde toplanmıştır. Nakıb makamındaki kişi de hanın en yakın adamlarından biri kabul edilip askerî işler ve dış siyasetle ilgilenmiştir. Ayrıca hanlıkta Şeyhülislam büyük bir mevkiye sahip olmuştur. Hanlıkta bu makamlar yanında başkadı, baş müftü, başkatip gibi makamlar da vardır.
Hanlıkta ordu esasen atlılardan oluşup merkez, sağ ve sol kanatlardan oluşur. Önceleri iyi olan ordu sonraki dönemlerde savaçılık özelliğini iyice zayıflatmıştır. Rus Kaynaklarındaki bilgilere göre hanlığın ordusunda bakırdan dökülen 13 küçük top, yeterli miktarda barut vardı. XVIII. asrın son çeyreğine ait bilgilere göre han 10.000 kişi civarında asker toplama imkanına sahipti. XIX. asrın başlarında hanlık dökme dökme demir toplarından faydalanmıştır. 1830’lu yıllarda paralı askerlerin sayısı 19.000 kişiye ulaşmıştır. XIX. asrın ortalarında ise askerî birliklerin sayısı artmış, top ve tüfeklerden faydalanma oranı artmıştır.
Orduda askerlerin sayısına göre yüzbaşı ve binbaşı gibi askerî rütbeler mevcuttur. Başkumandanlğı ise leşkerbaşı yapmıştır.
3.      Ekonomik ve Kültürel Hayat
Memleket hayatında çitçilik, zanaatkarlık, iç ve dış ticaret temel yeri almıştır. Sun’î sulamaya önem verilmiştir. Bunun neticesinde çiftçilik gelişmiştir. Çiftçilikte 10’dan fazla ekin türü yetiştirilmiş, buğday, pirinç, mısır ve diğer ürünlerin hazırlanmasına ayrı bir önem verilmiştir.
Topraklar, devlet ve özel kişilere aittir. Bunun dışında büyük vakıf toprakları vardır.
Çiftçilikte pamukçuluğa büyük bir önem verilmiştir. Bostancılık ve bağcılık geniş bir şekilde yayılmış, üzüm, kavun, elma, armut, karpuz, ayva, şeftali, kayısı, kiraz, ceviz,incir gibi çeşitli ürünler yetiştirilmiştir. İpekçilikle de uğraşılmıştır.
Hayvancılıkta at, koyun, deve, sığır gibi hayvanlar yaylalar ve dağ eteklerinde bakılmıştır. Şehir ahalisi ise hayvanlarına kendi evlerinde bakmışlardır. Dokumacılık, boyacılıki terzilik, bakırcılık, kuyumcluk, dericilik ayakkabıcılık mesçilik, süslemecilik, marangozluk, demircilik gibi bir çok zanaat gelişmiştir. Bunun neticesinde de iç ve dış Pazar gelişmiştir. Buhara Hanlığı, Hive ve Hokand Hanlıkları ile geniş bir ticaret hacmine sahip olmuştur.
Kültür hatyatında da bir çok önemli işler yapılmıştır. Özellikle hanın sarayındaki nadir eserleri kapsayan bir kütüphanenin bulunması dikkat çekicidir.
Bu dönemde mimariye de önem verilmiş Buhara’da birçok medrese ve cami yapılmıştır.
Hanlıkta bilim ve kültür alanında birçok yenilik yapılsa da iç mücadeleler ve uzun süren kanlı savaşlar sebebiyle bu yenilikler düzenli olarak geliştirilememiştir.
III.             Fergana (Hokand) Hanlığı
1.      Siyasî Hayat
1710 - 1876 yılları arasında başşehir Hokand olmak üzere Fergana bölgesinde hüküm süren bu hanlığın kurucusu Şahrûh Özbekler’in Ming kabilesinden Şahruhbiy’dir.
1721 yılında Şâhruh'un ölümü üzerine halefi Abdürrahim'in yerine geçen kardeşi Abdülkerim'in siyaseti sayesinde Çin'den gelen tehlike bertaraf edilmiştir. Abdülkerim'in halefi Erdene de (İrdana) Kalmuklar'ın zayıflamasından faydalanarak 1758'de Hokand Hanlığı'nın sınırlarını genişletmiş, bir müddet sonra Çinliler'in saldırılarını arttırması üzerine Erdene Afganistan'daki Dürrânîler'den Ahmed Şah'ın yardımını istemiştir. 1763'ten sonra Hokandlılar Kırgızlar ülkesini de ilhak etmişlerdir.. Erdene'den sonra hanlığın başına geçen ve 1798'e kadar hüküm süren Nârbûta'nın zamanı iç mücadelelerle geçmiş, oğlu ve halefi Âlim Han zamanında Hokand Hanlığı oldukça genişleyip gelişmiştir. 1808'de Orta Asya'nın en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Taşkent ile birlikte Çimkent ve Sayram zaptedilmiş, Mangıtlar'in idaresindeki Buhara Hanlığı'na karşı mücadele sürdürülerek Oratepe ve Cizak ele geçirilmiştir. Âlim Han'ın yerine geçen kardeşi Muhammed Ömer Han da hanlığın sınırlarını genişletmeye devam edip 1814'te Türkistan (Yesi) şehri alınmıştır. Ömer Han 1812'de bir elçi göndererek Rusya ile diplomatik İlişki başlattıktan sonra 1813 yılında Rus elçisi Hokand'a gelmiştir. Böylece hanlığın kuzey sınırlan batıda Siriderya'nın aşağı mecrasından doğuda İli'ye kadar uzanmış ancak Oratepe yüzünden Buhara ile ihtilâf devam etmiştir.[9]
1819’da Aral gölü’nün güney kısımları işgal ve burada Sır Derya üzerinde Akmescit kalesi inşa edilmiştir. 1830’da Kaşgar’ı işgal eden Çinliler üzerine yürünmüş ve bir antlaşma yapılmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Hokand Hanlığı’nın sınırları Pamir’den İli Nehri’ne Altay Dağları’na Sır Derya’nın aşağı mecrasına kadar uzanıyordu. Ancak bu durum Buhara Emirliği ile aralarının bozulmasına neden olmuş ve arada kanlı savaşlar yapılmıştır. 1840’ta Emir Nasrullah, Hokand’ı işgal etmiş ve Muhammed Ali Han ile yakınlarını idam ettirmiştir. Bundan sonra Hokand huzur bulamamış, 1853’te ilk Rus hücumuna uğramış ve 23 yıllık mücadeleden sonra 1876’da Rus hâkimiyeti altına girip ve ortadan kaldırılmıştır.[10]
1.      Devlet Yönetimi ve Ordu
Diğer hanlıklardan farklı olmayan bu hanlıkta da hanın sınırsız yetkisi vardı. Hanlık vilayetlere bölünmüş ve buraları bey ya da vali görevindeki yöneticiler yönetmiştir. Hanlıkta yüksek, orta ve alt İdârî makamlara âit ünvanlar vardı. Ayrıca sarayda özel bir dîvan kurulmuş olup bu divana en yüksek unvan temsilcileri dahil edilmiştir.
Orduda binbaşı, beşyüzbaşı, yüzbaşı ve onbaşı rütbeleri oluşturulmuştur. Askerî hizmeti yerine getirenlere bir at ve at takımı verilmiştir. Ordu kılıç, mızrak, dolma tüfek ve toplar ile donanmış olup askerî yeteneği oldukça zayıftır.
Buhara Hanlığı ile yapılan savaşlar orduyu iyice zayıflatmıştır.
2.      Ekonomik ve Kültürel Hayat
Bu hanlıkta da diğer hanlıklar gibi sn’î sulama önemli bir yere sahiptir. Narın nehrinin suyundan geniş ölçüde faydalanılmıştır. Sun’î sulamanın gelişmesi çiftçiliğin ve genel olarak vadideki üretimin gelişmesini sağlamıştır.
Fergana vadisindeki toprağın büyük bir kısmı devletin belirli bir kısmı da özel kişilerde bulunmuştur. Bunlardan başka vakıf toprakları da mevcuttur. Hanlar, toprakların bir kısmını vergilerden muaf tutulmuş bir şekilde hizmet vermiş olan kişilere özel mülk olarak paylaştırmıştır.
Çiftçilikte pamuk, ipek ve tütün yetiştirilmesinin yanında sebzecilik ve bağcılık geliştirilmiştir. Demircilik, marangozluk, terzilik gibi zanaattleri olan bu hanlık Çin, Hindistan, Osmanlı Devleti, Rusya, Arabistan, ve başka dış ülkelerle ticarî ilişkilerde bulunmuştur.
Hanlıkta mektep ve medreselerde okuma yazma ile birlikte dinî ve kısmen dünyevî bilimler üzerine dersler verilmiştir. Buralardan meşhur şâirler ve âlimler yetişse de kanlı iç savaşlar, anlaşmazlıklar, çoğu hanın kültüre önem vermeyişi bilim ve kültürün gelişmesine engel olmuştur.
I.                   Hîve (Hârizm) Hanlığı
1.      Siyasî Hayat
1505 yılında Şeybânî Han, Hârizm’i uzun süre kuşattıktan sonra hâkimiyeti altına almıştı. Ancak 1510 yılında İsmail Şah ile yapılan savaşta öldürüldükten sonra burası İran’a bağlanmıştır. Çok geçmeden 1511’de Şeybânîler’in Deşt-i Kıpçak’taki Batı Özbek hanlarından Yâdigâr Han’ın oğlu İlbars Han Hârizm’i ele geçirince Hîve Hanı ilân edilmiş ve böylece hanlık kurulmuştur.[1]
Timurlular ve Özbekler döneminde sık sık bağımsızlığını kaybeden Hîve Hanlığı’nın XVII. Yüzyılda hakimiyeti altındaki bölgeler Amu Derya’nın aşağı mecrasından Horasan ve Mangışlak’a kadar uzanan alanı kaplamıştı. 1615 yılında Hîve, Hârizm’in başkenti olmuştu. Ebülgazi Bahadır Hanın oğlu Anuşa Han (1663 - 1687), 1681 - 1685 yıllarında Buhara’daki Şeybânîler’e karşı üç sefer düzenlemiş ve hatta Semerkant’ı işgal etmiştir. Daha sonra Hârizm Hanlığı Buhara Hanlığı’nın hâkimiyeti altına girmiştir. Ancak Arap Muhammed Han (1702 - 1717) Hîve Hanlığını bu boyunduruktan kurtarabilmiş, Halefi Şir Gâzi (1717 - 1728) ise Ruslar’a karşı mücadele etmek zorunda kalmıştır.
1740’ta hanlık İran’dan Nâdir Şah’ın hücumuna uğramıştır. Hârizm Hanı İlbars (1728 - 1740) İranlılar’a karşı mücadele ederken, bu sefer Kazaklar’ın Küçük-Cüz Hanı Ebülhayr, Hîve’yi işgal etmiş ancak Nâdir Şah’ın korkusundan geri çekilmiştir ve Hanlık 1747’e kadar onun hakimiyeti altında kalmıştır. 1763 yılında Mangıt, Kıçak ve Kongrat boyları arasında mücadele başlamış ve Mangıt boyu hakimiyetini Kongrat’lara teslim etmek zorunda kalmıştır (1790). İç huzursuzluklar Hârizm hanını 1873’te Rus himayesini kabul etmek zorunda bırakmış ve bu durum 1920’ye kadar sürmüştür.[2]
2.      Devlet Yönetimi ve Ordu
Hanlıkta devlet sistemi Buhara’dan pek farklı değildir. Han sınırsız bir yetki ile devleti yönetmiştir. Ondan sonraki en üst makam vezir ya da kuşbeyi kabul edilmiş, vergilerin toplanması ve genel olarak hanın bütün emirlerinin yerine getirilmesiyle ilgilenmiştir.
Hanlığın ordusu atlılardan oluşup leşkerbaşı tarafından idare kumanda edilmiştir. 1830’larda ordudaki asker sayısı 40.000 kişiye ulaşmıştır. Askerlik hizmetindekiler vergilerden ve toplum işlerinden muaf tutulmuş, herbir kişi askererî saldırıya katılması karşılığında 5 altın tenge almıştır.
Ordunun esas birliği kılıç, ok-yay ve mızrak ile silahlandırılmıştır. Ordu da az miktarda dolma tüfek ve ttop olsa da Hîve Hanlığı’nın ordusu askerî teknoloji yönünden çok geri kalmıştır.
3.      Ekonomik ve Kültürel Hayat
Hanlıkta sun’i sulamaya büyük bir önem verilmiştir. Amu Derya’dan çeşitli yönlere çıkarılan kanallar Hârizm vadisinde yeni yerler açmada, çiftçiliği geliştirmede ve genel olarak hayatı sağlamada çözüm sağlayan bir unsur kabul edilmiştir.
Topraklar devlet ve özel kişilerin elinde olup buraların belirli bir kısmı vakıflara verilmiştir. Çiftçilik ve bağcılıkta pamuk, buğday, arpa, mısır, kavun, karpuz, üzüm gibi çeşitli ürünler yetiştirilmiştir. İpekçilikle de uğraşılmıştır.
Hanlıkta hayvancılık özellikle Türkmenler, Karakalpaklar ve Kazaklar arasında oldukça gelişmiştir. Bununla birlikte dokumacılık zanaatı gelişmiş pamuk ve ipekten çeşitli kumaşlar hazırlanmıştır. Pamuktan eğrilen ipler yumak haline getirilmiş dış ülkelere, özellikle Rusya’ya sürekli gönderilmiştir. Ayrıca burada çömlekçilik geniş ölçüde yayılmış çeşitli ev eşyaları hazırlanmıştır.
Ülkede altın, gümüş, değerli taşlar ve başka madenler işlenmiş, metallerden bıçak, ustura, çekiç, balta gibi eşyalar yapılmıştır.
Hîve Hanliğı’nda iç ve dış ticaretin yeri büyük olmuştur. Hanlık özellikle Buhara Hanlığı ile sıkı bir ticari ilişkide bulunmuştur. Bunun yanında hanlık, İran, Afganistan, Hindistan, Rusya ve diğer ülkelerle de ticari ilişkiler kurmuşlardır. Oralara çeşitli kumaşlar, pamuk, ipek ve diğer üretilen mallar götürülmüştür. Özellikle Rusya’dan demir, döküm, deri, teneke, çuha, bakır sülfat ve şeker gibi mallar getirilmiştir.
Bu devirde Ebulgazi Han’ın “Şecere-i Türk” ve “Şecere-i Terâkime” adlı eserleri dikkat çeker. Özellikle Şecere-i Türk’de hanlığın siyasî ve sosyo-ekonomik hayatına dair önemli bir kaynaktır.
Bu dönemde yapılmış görkemli medreseler, camilerden mimarinin bu dönemde iyi bir seviyede olduğunu gösterir.
Hive Hanlığı siyasi açıdan çoğunlukla iç çekişmeler ve savaşların girdabına düştüğü için bilim ve kültürün kesintisiz şekilde gelişmesi mümkün olmamıştır.[3]
Hanlıklar hakkında genel bir sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Hanlıklar kendi mevcut zenginliklerini ve geniş imkanlarını kullanmayıp kişisel çıkarlar uğruna iç ve dışta kanlı savaşlara girmiş bu durumu fark eden Rusya harekete geçip işgal sürecini başlatmıştır.

a.      Rusya’nın Türkistan’ı İstilâ Edişi ve Bölgeye Yerleşmesi
XVII. asrın sonlarına doğru Türkistan’da temin edilen sulh ve sükûn önce Moğol asıllı Kalmuklar’ın ve sonra da Çin asıllı Jungarlar’ın istilâlarıyla yeniden bozulmuştur.
Özellikle Kalmuk İstilâsı Özbekler’in kuzeyindeki Kazak Türklerini perişan etmiş ve parçalanmalarına neden olmuştur. Türkistan Türklerinin bu karışık durumundan en çok istifade eden de, 1552’de Kazan’ı 1556’da Astrahan’ı alarak Başkırt Türklerinin memleketinde adım adım ilerleyen Ruslar olmuştur. 1740’da Başkırtlar memleketinin istilâsını tamamlayan Ruslar, Kalmuklar ile Kazaklar’ı birbirlerine karşı kışkırtarak onları iyice zayıflatmıştır. Bundan dolayı daha önce Kalmuk istilâsıyla kuvvetini kaybeden ve Büyük Orda, Orta Orda ve Küçük Orda diye üç Orda’ya ayrılan Kazaklar, bihassa Küçük Orda hanı Ebülhayr’ın yardım alma ümidiyle Ruslar’a tâviz vermesi üzerine Kazaklar arasında birliğin tekrar kurulması imkânsız hâle gelmiş ve Ebülhayr Han tam bir Rus uşağı durumuna düşmüştür.
XVIII. asır boyunca Kazaklar arasındaki Rus entrikaları devam etmiş ve bir kısım Kazaklar ile Kazakistan’ın büyük bölümü Rus hâkimiyeti altında kalmıştır. Geri kalan Kazak Türkleri, Kırgızlarla birlikte Buhâra ve Hîve Hanlıkları yanısıra Hokand Hanlığı etrafında toplanarak Ruslara karşı mücadelelerine devam etmişlerdir.
Orta Asya Türkleri arasındaki parçalanmalar, ayrıca Kazakistan’ın kuzeydoğusunda Sibirya’ya doğru olan havaliyi kontrollerinde bulunduran Kossakların Çarlık Rusya’sının hâkimiyetini kabul etmeleri, Rusların Türkistan’a büyük bir ilgi göstermelerine yol açmıştır. Ruslar, Türkistan’da olup bitenleri yerinde inceleyip ne gibi ticârî ve siyâsî menfaatler temin edebileceklerini görmek maksadıyla 1714’de  Buhholz ve 1716 - 1717’de ise Çerkaskiy başkanlığında keşif heyetleri göndermişlerdir. Fakat bu keşif heyetlerinin bilhassa Hîve Hanlığı tarafından etkisiz hâle getirilmesi Rusları oldukça kızdırmış ve Hîve’ye karşı hasmane bir siyaset takibine başlamışlardır.
Türkistan’daki Türk Hanlıklarının kuzeyinde bunlar olurken, batıdan İran’da idareyi eline geçiren Afşar Türkmenlerinden Nâdir Şah, Orta Asya Türk Hanlıklarını birer birer işgâl ederek hâkimiyeti altına almıştır (1740). 1747’de Nâdir Şah’ın ölümü ile Türkistan’daki İran hâkimiyeti sona ermiş ve hanlıklar yeniden toparlanıp kuvvetlenmişlerdir. Özellikle Merv ve Horasan bölgesinin hâkimiyeti için İran ile tekrar başlayan mücadeleler XIX. Asrın ikinci çeyreğine kadar devam etmiş ve bu mücadelelerden en çok zarar gören o çevrede yaşayan Türkmen boyları olmuştur. Fakat XIX. asrın başlarında Hîve ile Buhâra arasındaki rekabetin tekrar düşmanlığa dönüşmesi bu iki Türk devleti arasında faydasız ve yıpratıcı bir mücadele devrini başlatmıştır. Bu mücadeleye Hîve ve Buhâra kendilerini o kadar çok kaptırmışlardır ki, 1819-1920’lerde Türkmen ilinden Hîve’ye doğru mühim bir keşif seyahati yapan Rus casusu Muravyev’in maksadını dahi anlayamamışlardır.
İran ve bilhassa Hîve ile yapılan mücadelelerden oldukça bıkan ve tedirgin olan  Buhara Emiri Haydar Şah (1801-1826), İstanbul’a elçiler göndererek, Padişah’a biat ettiğini ve Osmanlı hâkimiyetini girdiğini bildirerek, ısrarla ricasının kabulünü istemiştir. Osmanlı hükümeti müzakerelerden sonra Haydar Şah’a güvenemediği ve devletin başına yeni gaileler açabileceği düşüncesiyle bu ricaları kabul edemeyeceğini Buhara Emirine bildirmiş, Osmanlı Devleti’nin ondan memnun olmakla beraber, Hîve ve Hokand ile daima iyi geçinmesini ve Rus tehlikesine karşı birlikte hareket etmelerini tavsiye etmiştir.[4]
Rus-İngiliz rekabeti Rusya’nın Orta Asya’daki yayılışının ana çizgilerini ortaya koymuştur. Rusya’nın jeostratejik öncelikleri Orta Asya’daki politikasının askerî yönünü de belirlemiş ve Orta Asya’nın işgali 1860-1884 yılları arasındaki seferlerin sonucunda tamamlanmıştır.
1860 yılından itibaren Ruslar, Hazar’ın doğusundaki bozkır ve yarı çöl alanları istilâ ederek Seyhun, Çu nehri ve Isık Göl’ü ele geçirip Aral denizine kadar bölgeleri elde etmişlerdi. Hanlıklara karşı resmî bir tavırla Rus ilerlemesi 1865’te başlamıştı. General Çernayev kumandasındaki ordunun hücumu ile başlayan faaliyetler neticesinde Hokand Hanlığı’nın elinde Fergana vadisiyle sınırlı topraklar kalmıştır. Bu arada Taşkent Ruslar tarafından ele geçirilmiştir. Ardından 1868’de Buhara Emirliği’nin Rusya himayesine girmesi gerçekleşmiştir. 1873’te Hîve Rus Birlikleri tarafından zaptedilmiş, 1876’da Hokand Ruslar’ın eline geçmiştir. 1879’da Göktepe’de Ruslar, Türkmenler önünde başarısızlığa uğradılarsa da 1884’te Türkmenler de kontrol altına alınmıştır Türk hanlıklarının kendi aralarındaki çıkar çatışmaları, eğitim ve teknolojide geri durumda olmaları yanında dış siyasette etkilerinin bulunmaması sebebiyle Türkistan’nın işgali milletlerarası alanda tepki uyandırmamıştır.[5]
XIX. yüzyılda Ruslar bölgede yeni şehirler kurmuştu. Bu şehirler’in kuruluşu Ruslar’ın koloni idaresini kolaylaştırma amacını güdüyordu. Ayrıca demiryolu politikası da bölgede Ruslar’ın güç dengesini koruyucu bir rol oynamıştır.[6]
 Ruslar uzun süren istilalar sonucunda Türkleri madden ve manen perişan etmişlerdi. Uyguladıkları şiddetin yanında ağır vergilerle Türklerin bir daha bellerini doğrultamayacak kadar ezilip fakirleşmelerini sağlayacak bir siyaset izlemişlerdir. Ayrıca sayıları önce binleri ve sonra da yüz binleri bulan Rus göçmenlerini getirip Türk topraklarına iskân etmeye başlamışlardır. Topraklarının verimli kısımlarının çoğu ellerinden alınıp Rus göçmenlerine verilen dolayısıyla ağır vergileri ödeyemez hâle gelen Türk halkı Rus makamları ile onların birer maşası durumunda bulunan yerli idarecilerin elinde çok zor bir hayat yaşamışlardır. Bunun yanında Rusların Türkleri kolonileştirme faaliyetlerinden biri de kaleler inşası olmuştur. Kale yapmak bahanesiyle on binlerce kilometre karelik Kazak toprakları halktan zorla alınıyor, kale inşası bittikten sonra da etrafa Kossaklar iskân ediliyordu. Bu idare ve kolonileştirme siyasetine karşı Türkler yer yer isyanlarda bulunmuş olsa da ayaklanmaları kanlı bir şekilde bastıran Ruslar, iskân politikalarına hız vererek hem ileride Türkistan’ın geri kalan kısımlarını kolayca işgal etmek, hem de toprakları zorla elinden alınmış Kazakların başkaldırmalarını önlemek için yüzbinlerce Rus göçmenini Kazakistan’a yerleştirmişlerdir.
Ruslar Türkistan Hanlıklarını işgal ettikten sonra kurdukları “Türkistan Genel Valiliği” ile bir taraftan bizzat kendileri halkı kontrolleri altında tutmaya çalışmışlardır. Bunun yanında şunu da ifade etmek gerekir ki çarlık idaresinin çok sert tutumu yalnız Türkistan Türklerinin değil, aynı zamanda Rus halkını ve Rus olmayan diğer milletleri de ezdiği için 1905 ihtilali patlak vermiş ve Türkler geçici de olsa biraz nefes alabilmişlerdir.[7]
Sonuç olarak, Emir Timur’un Altın Orda’ya darbe vurarak Rusya’nın bağımsızlığına sebep olması, ardından hanlıkların kendi içleriyle ve birbirleriyle olan mücadeleleri, Rusların İngiliz ve Fransızlar karşısında kendisine sömürülecek yer bulma isteği Rusların Türkistan’daki şehirleri ve kasabaları istilâ edip Türk topraklarına yerleşmelerine neden olmuştur.


[1] Abdülkerim Özaydın, “Hârizm”, DİA, XVI, s. 218-219., Ziyayev, s. 15.
[2] Devlet, s. 38.
[3] Ziyayev, s. 7-30.
[4] Saray, s. 270-272.
[5] Alpargu, s. 120.
[6] A. Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türkili (Türkistan) ve yakın Tarihi, İstanbul 1947, s. 262.
[7] Saray, s. 281-284.



[1] Mehmet Alpargu, “Özbekler”, DİA, XXXIV, s. 119.
[2] Mehmet Saray, Yeni Türk Cumhuriyetleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1999, s. 268.
[3] Alpargu, s. 119.
[4] İsmâil Türkoğlu, “Şeybânîler”, DİA, XXXIX, s. 45.
[5] Abdülkerim Özaydın, “Canoğulları”, DİA, VII, s. 154-155.
[6] Hayrunnisa Akbıyık, “Mangıtlar”, DİA, XVII, s. 570-571.
[7] Hamid Ziyayev, Türkistan’da Rus Hâkimiyetine Karşı Mücadele (XVIII.-XX. Asır Başları), çev. :Ayhan Çelikbay, Ankara 2007, s. 10.
[8] Nadir Devlet, Rusya Türklerinin Millî Mücadele Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1999, s. 37.
[9] Enver Konukçu, “Hokand Hanlığı”, DİA, XVIII, s. 215.
[10] Devlet, s. 37-38.

XIX.YY İSLAM DÜNYASI ENTELEKTÜEL TEPKİ VE TUNUSLU HAYRETTİN

XX.yy’ın başlarında Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemine girmesi çeşitli düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.Osmanlı devleti XIX.yy’da daha düzenli ve programlı bir ıslahat hareketine girişmiştir.Fakat dış baskılar ve ülke içindeki karışıklıklar başarıya ulaşmasına engel olmuştur.Tamamen devletin birlik ve bütünlüğünü sağlamaya çalışan bu fikir akımları,küçük çapta birer devlet doktrini özelliği gösterirler.Sırasıyla Osmanlıcılık,İslamcılık,Batıcılık ve Türkçülük şeklinde ortaya çıkmıştır.Bu yollardan ilk ikisinin,bir zamanların Osmanlı Devleti umumi siyasetine mühim tesiri oldu.Türkçülük akımı ise,ancak bazı muharrirlerin yazılarında görüldü.
        Osmanlı milleti vücuda getirmek arzusu,pek yüksek bir hayali gayeye,pek yüksek bir ümide doğru yücelmiyordu.Asıl maksat,Osmanlı memleketindeki müslim ve gayrimüslim ahaliye aynı siyasi hakları tanımak ve vazifeleri yüklemek;böylece aralarında tam müsavat husule getirmek;fikirlerce ve dince tam serbesti vermek;bu müsavat ve serbestiden faydalanarak,sözkonusu ahaliyi aralarındaki din ve soy ihtilaflarına rağmen yekdiğerine karıştırarak ve temsil ederek,Amerika Birleşik Hükümetlerindeki Amerikan milleti gibi müşterek vatanla birleşmiş yeni bir milliyet,Osmanlı milleti meydana çıkarmak ve bütün bu zor ameliyatın neticesi olarak da, “Devlet-i Aliyye-i Osmaniye”yi  asli şekliyle yani eski hudutlarıyla muhafaza eylemekti.Avrupa’da millietler teşekkülü tarihinde görülen bazı misaller de itimatlarını arttırdı.Filhakika,Fransız milliyeti Cermen,Selt,Latin,Grek ve daha bazı soyların birleşmesinden husule gelmemiş midir?[1]
       Osmanlı milleti fikri,en ziyade Ali ve Fuat Paşalar zamanında geçerli idi.III.Napolyon,bu gruplaşmış paşalara kuvvetli destek oluyordu.Sultan Abdülaziz devrindeki Fransızvari ıslahat ve bu ıslahatların timsali Mekteb-i Sultani,hep bu sistemin “Alamod” olduğu zamanların meyvalarıdır.Vakia Mithat Paşa adı geçen iki ünlü vezirin bir dereceye kadar takipçisi idiyse de,Mithat Paşa’nın siyasi programı onlarınkine nispetle daha karışık ve pek gelip geçici olduğundan programının öldüğüne hükmedebiliriz.
       Osmanlı milliyeti siyasetinin başarısızlığı üzerine İslamiyet politikası yani Avrupalılar’ın Panislamizm (İslamcılık) dedikleri fikir akımı meydana geldi.Bu fikir,Genç Osmanlılık siyasetine kısmen iştirak eden fırkadan doğdu.Başlıca temsilcileri,Mehmet Akif,Said Halim Paşa,Cemaleddin Afgani,M.Şemseddin, Tunuslu Hayrettin Paşa ve Musa Kazım gibi kişiler tarafından savunuldu.Bu fikirde olanlara göre;soy farklılıklarına bakmaksızın dindeki ortaklıktan istifade ile tamamen birleştirmeye,her müslimin küçük yaşında ezberlediği “din ve millet birdir” kaidesine uyarak bütün Müslümanları ,tek millet haline koymaya çalışmak lüzumuna kani oldular.İlkin sırf nazari olup yalnız matbuat sahifelerinde görülmekte olan bu fikir,gitgide tatbik olunmak istenildi.Abdülaziz’in son devirlerinde, “Panislamizm” sözü diplomatik konuşmalarda işitilir oldu,bazı Asya İslam hükümdarlarıyla istihsaline uğraşıldı.Mithat Paşa’nın düşmesinden yani Osmanlı milleti ihdası fikrinin hükümetçe büsbütün terk olunmasından sonra,Sultan II.Abdülhamit de bu siyaseti tatbike çalıştı.Sultan,padişah lakapları yerine “ halife”  dini sıfatını koymaya çalıştı;genel siyasetinde,din,İslam dini mühim bir mevki tuttu.Nizami mekteplerin tedrisatında dini maddelere ayrılan zamanın attırılmasından tutun da Müslüman ahalisi kalabalık olan Afrika içlerine ve Çin diyarına bile elçiler gönderildi.Bu siyasetin  en sağlam icra vasıtası olmak üzere Hamidiye Hicaz Demiryolu’nun inşasına başlanıldı.Lakin,işbu siyasi doktrin ile,Osmanlı Devleti,Tanzimat devrinde terk etmek istediği dini devlet şeklini tekrar alıyordu.Binaenaleyh Avrupavari meşruti hükümete veda etmek,devletin tebaası arasında cins ve din ihtilafından,içtimai vaziyet ihtilafından çıkarak öteden beri mevcut olan zıddıyetin artmasına ve bunun neticesi olmak üzere de ayaklanma ve isyanların çoğalmasına,Avrupa’da Türklüğe düşmanlığın şiddetlenmesine katlanmak iktiza ediyordu…Filhakika öyle de oldu.
        Türkçülük dediğimiz siyasi fikir, ırk üzerine müstenit bir Türk siyasi milliyeti husule getirmektir.Ziya Gökalp,M.Emin Yurdakul,Ömer Seyfettin temsilcileridir.      
         Batıcılık:Bu görüş,devletin ancak batılılaşmak yoluyla kurtulabileceğini ve bunun için çeşitli alanlarda ıslahatlar yapılması  gerektiğini savunmuştur.Batıcılık kaynağını,Tanzimat ve önceki devirlerin ıslahat teşebbüslerinden alır.Abdullah Cevdet ,Celal Nuri,Süleyman Nazif             temsilcileridir.Batıcılar,tek kadınla evliliği,kadın özgürlüğünü,medeni kanunun kabulünü,laik mahkemelerin kurulmasını,Latin harflerinin kabulünü,tekke ve zaviyelerin kapatılmasını istemişlerdir.

XIX.YY’DA TUNUS’UN İDARESİNE VE TOPLUMUNA GENEL BİR BAKIŞ VE TUNUSLU HAYRETTİ PAŞA

        Osmanlılar tarafından 1574 tarihinde kesin olarak fethedilen Tunus,Kuzey Afrika’da “Garp Ocakları” adıyla anılan üç “Mümtaz Eyalet”ten biri idi.Batı Akdeniz egemenliği için stratejik önemi bulunan Tunus ,Osmanlı devrinde muhtelif safhalar geçirdi.Önce merkezden gönderilen beylerbeyiler tarafından yönetildi. Sonra muhafız olarak bırakılan yeniçeriler otoriteyi elde ettiler.1591’den sonra ““Dayılar” ortaya çıktılar.Beylerbeyi ismen hüküm sürüp ,hakiki otorite “Dayı”nın elinde kaldı.Ayrıca babadan oğula  veya kardeşe geçen “Emirü’l-evtan denilen Tunus sancak beyleri zamanla önem kazandılar.Emirü’l-evtan’a beylerbeyilik tevcih olunursa”Paşa-Bey” ünvanını alırdı.Böylece Tunus’ta uzun süre ,beylerrbeyi,dayı,emirü’l-evtan mücadelesi devam etti.Tunus merkeze uzaklığı sebebiyle “Saliyaneli” ve ” Ocaklık” olan bir eyalet idi.
         Türkler  idareci ve asker sınıfını teşkil ettiler.Türk askerlerin Tunuslu annelerden doğan çocukları Cezayir ve Trablusgarp’ta olduğu gibi “Kuloğlu” adıyla sosyal seçkin bir zümre oluşturdular.İdareciler ve askerler, Osmanlı idare tarzının Tunus’ta yerleşmesini sağladılar.Beylerbeyi Divanı’ndaki yazışmalar,idari ve askeri kayıtlar Türkçe tutuluyordu.Arapça halkın dili olup ,mahalli yönetimde geçerli idi.
          XVI. ve XVII.yüzyıllarda Akdeniz ticareti,korsanlık ve güçlü donanması ile Tunus oldukça zenginleşti.İstanbul’dan vuku bulan savaş davetlerine Tunus donanması ile katılıyordu.Tunus XVII.yüzyıldan itibaren birbirini takip eden iki sülale tarafından yönetildi.Böylece Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı, mahalli saltanatlar kurulmuş oldu.XVII. yüzyılda Muradiler ve1705’ten sonra Hüseyniler Tunus’u irsen idare ettiler.Hüseyni ailesini kuran Hüseyin bin Ali aslen Türktü.Ailenin Tunus’ta hüküm süren mensuplarına “Bey” deniliyordu.
       Hüseyni Beyleri, siyasi otoriteyi ve ülkede istikrarı sağladıktan sonra,sosyal ,ekonomik tedbirler aldılar.Yabancı ülkelerle ticari ilişkiler kurdular.Hüseyni ailesi,Tunus’u Osmanlı adına yönetiyordu.Her Bey değiştikçe,yenisine tevcih fermanı ile Paşalık rütbesi veriliyordu.Osmanlı padişahının tuğrası bulunuyordu.İç işlerinde ve bazı ecnebi devletlerle münasebetlerinde serbestlikleri mevcuttu.XIX.yy’da ve özellikle 1830’dan sonra,Tunus Paşalarının,Fransa’nın tesiriyle,bağımsız ve müstakil hareketleri arttı.Ancak,müşkil zamanlarda,Osmanlı yüksek hakimiyetini reddetmedikleri görülmekteydi.Fransa,İtalya ve Avusturya ile ticari anlaşmalar yapıyorlardı.Tunus nufüs bakımından kalabalık bir ülke değildi.Akdeniz sahili,güneyde sahra kısımları ve vahalar farklı hayat tarzına imkan vermekteydi.Halk,Berberi ve Arap olup,XV.yy’ın sonundan itibaren Endülüslü Müslümanlar ve Yahudiler katılmışlardı.XVI.yy’da Osmanlı fatihler geldi.Halkın dil güçlüğü olmayıp,Arapça’nın üstün egemenliği sürüyordu.Beylik sarayında ve bir kısım halk arasında Türkçe konuşuluyordu.Tunus’un demografik yapısının tipik bir özelliği olarak,muhtelif menşeyli halkın,tedricen aynı potada kaynaştığı görülüyordu.Tunus Paşası ve ailesi,maiyeti ile,Beylik resmi ikametgahı olan “Bordo Sarayı”nda yaşıyordu.Hüseyni devrinde Tunus,mahalli yönetimde 60 vilayete (kiyada-ka’idlik) bölünmüş bulunuyordu.”Kaid” veya “Amil” denilen valiler mülki hizmeti,”Kadı”lar adliyeyi,”Emin”ler maliyeyi idare etmekteydiler.[2]Meşhur Zeytune ve Kayrevan medreselerinden yetişen ilmiye sınıfı mensupları,tedris,kadılık ve kitabet görevi ifa etmekteydiler.İlmiye sınıfının en üst görevlileri Hanefi ve Maliki Başmüftüleri ile,Hanefi ve Maliki Müftileri idiler. Protokolde Hanefi Başmüftüsü “Şeyhülislam” ünvanı ile ilmiye sınıfının başı sayılıyordu.Türkler ve Hüseyni ailesi Hanefi,halkın çoğunluğu Maliki idiler.
         Kabile ve aşiret kavga ve rekabetleri eksik olmayıp,Hüseyni ailesinin Tunus’ta yerleşme dönemine kadar inen, bir nevi siyasi bölünme süregelmişti.Hüseyin bin Ali ve yeğeni Ali Paşa taraftarları “Hüseyniya” ve “Bahşiya” olarak anıldılar.Önemli kabile ve aşiretler arasında, Mogod,Nefza,Krumir,Rekba,Unifa,Drid, Evlad-ı  Ayyar,Evlad-ı Sa’id….gibi birçokları mevcut idi.Tunuslular arasındaki mezhepsel ayrılıklar çatışma değil bilakis kültür zenginliği getirmiştir.                                                                                                                                                                                                       Tunus Paşası,Maliki ve Hanefi uleması arasında nisbi bir denge kurmuştu.Bu bakımdan Hanefi ve Maliki mezhepleri salikleri arasında anlaşmazlık vuku  bulmuyordu.Halkın yaşamında şehir “Beldi” ve göçebe “Bedevi” hayat tarzı görülüyordu Halkın yarısı, kabile ve aşiretlerden müteşekkil bedevi idi.Yaylak ve kışlağa göç etme hayvan yetiştirme başlıca faaliyetleriydi.Hürriyet ve misafirperverlik duygusu,ataerkil aile düzeni,soyabağlılık,geleneklere saygı aşiretler arasında kuvvetli unsurlardı.İslami adet ve geleneklerin güçlü olmasında tarikatlerin ve sufizmin oynadığı rol mühimdi.Tunus’ta en yaygın tarikatler “Kadiriye” ve “Ticaniye” tarikatları oldu.Tunus’un genel nüfusu,tahminlere göre, XIX.yy ortalarında 1.100.000 civarında idi.Bunun yarım milyonu yerleşik 600-700 bini göçebe halktı.XIX.asırda İtalya’dan Malta’dan ve diğer ülkelerden gelenler ile sayı arttı.Yabancılarla ilgili davalara konsolosluk mahkemeleri bakıyordu.Yabancılar Tunus ticaret hayatına hakimdiler.En fazla Fransız,İtalyan,İspanyol ve Malta kolonisi idi.XIX.yy’da Tunus kendi içinde nüfus durgunluğu yaşamıştır.1818-1819’daki veba salgını halkın dörtte birinin ölümüne sebep oldu.1856-68‘yıllarında da halkın beşte biri hastalık ve kıtlıktan vefat etti.Tunus ekonomisi,XIX.yy’da büyük değişikliğe uğramadı,an’anevi karekterini korudu.Mamul maddeler ithalatçısı,hammaddeler ihracatçısı bir ülke idi.Gelişmiş tek sanayi kolu “Şaşiya” denilen Tunus fesi üretimi idi. Ancak sonra ucuz Avrupa  mallarıyla rekabet edemedi.Kapitülasyonlar,,ekonomiye ağır darbe vuran bir ehemmiyete sahipti.Avrupa sanayi devriminin getirdiği yenilikler,Tunus ekonomisini sarstı.
       Eyalet idaresinde ağırlığı olan gruplar,Türkler,Tunuslular ve Memlüklerdi.Daha evvel belirttiğimiz gibi Türkler genellikle yönetim ve askerlik alanında hizmet vermekteydi.Tunuslular bürakrasinin muhtelif kademelerinde müderris,kadı,kaid,ilmiye hizmetlerinde çalışıyorlardı. Tunus idaresinde önemli bir yeri olan üçüncü zümre Memlüklerdi.Memlük tabiri, küçük yaşta satın alınıp,belli bir eğitimden geçirilip yetiştirilen,kabiliyet ve fizik yapısına göre uygun hizmette kullanılan,İslam devletlerinde eski devirlerden beri uygulanan bir usuldü.Tunus’ta da birçok önemli şahsiyet Memlükler arasından çıkmıştır.Konumuz olan Hayrettin Paşa da 1839 yılında Tunus’a getirilmiş bir memlüktü.Hayrettin Paşa’nın hayatının ilk yıllarına ve çocukluğuna ait fazla bilgimiz yoktur.Kesin doğum tarihi bilinmemekle beraber genellikle Arap kaynakları ve ansiklopedilerde 1810 tarihi yer almaktadır.Milliyeti konusunda “Çerkes” veya “Abaza” olduğu hakkında iki görüş mevcuttur.Kendisi Hatıratında ve resmi biyografisinde “Çerkes” asıllı olduğunu  belirtir.Biz Paşa’nın kendi beyanını “Çerkes “asıllı olduğunu kabul etmekle yetineceğiz.[3]Kafkasya’da bir Rus taarruzu esnasında ailesini kaybettiği,küçük yaşta köle olarak İstanbul’a getirildiği,Nakibül-eşraf ve Anadolu Kazaskeri Kıbrıslı Tahsin Bey tarafından satın alındığı bilinmektedir.Tahsin Bey’in Kanlıca’daki yalısında yetişti.1830’da Tunus Valisi Ahmet Paşa’nın bir adamı tarafından Tunus’a götürüldü. Bazı kaynaklarda bu sırada on üç yaşında olduğu belirtilmektedir.Ahmet Paşa’nın sarayında memlük olarak Arapça ve İslami ilimler alanında özel eğitim gören Hayrettin,kısa sürede Ahmet Paşa’nın ve “reis-i müdiran(Tunus kaynaklarında vezir-i ekber) Haznedar Mustafa Paşa’nın güvenini kazandı,onlardan ilgi ve teşvik gördü.Askerlik mesleğine intisap ederek kabiliyet ve çalışkanlığı sayesinde süratle yükseldi.1840 yılında,Ahmet Paşa tarafından modern bir ordu kurmak için teşkil edilen Bardo Harbiye Mektebi’nde görevli Fransız subaylar ve müşavirlerle tanıştı.Yeni sistemleri ve Fransızca’yı öğrenmeye gayret etti.İlk yenilikçi fikirleri Mahmud Kabadu ve İbrahim er-Riyahi’den aldı.1846’da miralay,1850’de mirliva ve süvari askerleri kumandanı oldu.[4]
         Avrupa ile doğrudan teması,1846’da Ahmet Paşa’nın yaver sıfatıyla Paris’i ziyaret  etmesiyle başladı. Bu arada,1847’den itibaren Vezir-i ekber Haznedar Mustafa Paşa ile işbirliği halinde olan,birçok devlet tekelini kontrol eden Mahmut bin Ayyad Paşa, 1850 kolera salgını,1852’de mahsulün kötü olması,buğday sıkıntısı çekilmesi üzerine işin içinden kurtulmak istedi.Görünüşte zeytinyağı ihraç etmek ve karşılığında buğday satın almak için Fransa’ya gitti.Haziran 1852 sonunda Paris’e varıp,tedavi bahanesiyle ikametini uzattı.Ardından Fransız vatandaşlığına geçti.Tunus hükümeti,Mahmut Paşa tarafından haksız yere iktisab edilmiş banka senetlerini ve zeytinyağı ihraç tezkerelerini ve ihtilaslarının karşılığını istiyordu .Tunuslu Hayrettin Paşa 1853-1857 yıllarında Paris’te kaldı ve Mahmut bin Ayyad davasını Tunus’un menfaatlerine uygun şekilde halletti.Paris’te kaldığı süre zarfında Avrupa medeniyetini yakından tanıma fırsatı bulduğu gibi Fransızca’sını da ilerletti.1855’te kendisine feriklik rütbesi (korgeneral) verildi;Paris’teki başarısından dolayı 21 Ocak 1857’de Bahriye müdürü tayin edildi ve Tunus’a dönerek 8 Mayıs 1857 tarihinde görevine başladı.23 Kasım 1862’ye kadar süren bu görevi sırasında bahriyeyi ve donanmayı ıslaha ve modernleştirmeye çalıştı.                       
        10 Eylül 1857’de ilan edilen “ahdü’leman” ile başlayan,Tunus’un siyasi ve içtimai sistemini modernleştirme hareketinin en tanınmış ve aktif üyelerinden biri Hayrettin Paşa idi.Tanzimat ve Islahat fermanlarındaki esasları ihtiva eden ahdü’leman bütün halka can ve mal güvenliği,vergi adaleti,din ve dil hürriyeti vaad ediyordu.1860’daTunus anayasasını hazırlayan komisyona üye seçilen Hayrettin Paşa,bir yıl sonra da istişari mahiyetteki Meclis-i Ekber’in önce üyesi,sonra başkanı oldu.Ayrıca beylik Meclis-i Hass’ın da üyesi idi.Hukuki reformlarda etkin bir rol oynadı.Konsolosluk mahkemeleri komisyonunda faydalı çalışmalar yaptı.Askerlik kanununu hazırkayan komisyona başkanlık etti.23 Kasım 1862’de Bahriye müdürlüğü ve Meclis-i Ekber başkanlığı görevlerinden istifa etti.İstifasında dış borçlanma teşebbüsü ve Hazinedar Mustafa Paşa’nın siyasetini tasvip etmemesinin etkisi olmalıdır.Aynı yıl Vezir-i ekber Haznedar Mustafa Paşa’nın kızı “Cenina” denilen “Lella Kebira” ile evlendi[5].
         Hayrettin Paşa 1862’den 1869’a kadar önemli bir resmi görev almadı.Ancak İstanbul’a ve bazı Avrupa başkentlerine “te’kid-i muvalat” ve Tunus nişanını dağıtma gibi geçici vazifelerle gönderildi.Bu arada reformlar dönemine son veren ve ağır vergilere bir tepki olarak doğan 1864 isyanı vuku buldu.Düzeni sağlamak için Osmanlı hükümeti Büyük Ali Haydar Efendi’yi fevkalade komiser sıfatı ile Tunus’a yolladı.Hayrettin Paşa,ikinci defa İstanbul’a gönderilerek Tunus-Osmanlı münasebetlerini düzenleyen “emr-i sami’yi getirdi.Bu emirle,Osmanlı hükümdarının Tunus üzerindeki haklarıyla Hüseyni ailesinin hukuku ve ülkenin yönetim şekli tespit ediliyordu.
       1863 ve 1865 dış borçlanmalarının Tunus maliyesini iflasa sürüklemesi üzerine Hayrettin Paşa,1869’da borçları düzenlemek ve birleştirmek için kurulan Milletlerarası Maliye Komisyonu başkanlığına tayin edildi.Komisyonda Fransız,İngiliz ve İtalyan üyeler vardı.Böylece Hayrettin Paşa’nın 1877 yılına kadar sürecek olan aktif siyasi hayatı başladı.18 Ocak 1870’de kendisine “vezir-i mübaşir” ünvanı verildi.1871’de Tunus eyaletinin irsen valisi Muhammet Sadık Paşa’ya valilik tevcih fermanını almak üzere İstanbul’a gitti.Bu münasebetle Osmanlı yöneticileriyle görüşmeler yaptı.Eski kayınpederi Hazinedar Mustafa Paşa ile siyasi çatışmaları arttı.Üç vali devrinde otuz altı yıldan beri aralıksız reis-i müdiran olan Hazinedar Mustafa Paşa’nın azli üzerine bu göreve 21 Ekim 1873’te Hayrettin Paşa tayin edildi.Vezir-i mübaşir ünvanı kaldırıldı.Maliye komisyonu başkanlığı bırakıldı ve Hariciye müdürlüğü görevi ilave olarak verildi.Hayrettin Paşa 21 Temmuz 1877’de istifasına kadar Tunus’un bu en büyük makamında birçok yenilik ve reform gerçekleştirdi,reformcu grubun en önemli temsilcisi oldu Tunus idaresinin ıslahı,merkezi yönetimin düzenlenmesi,yıllık gelirlerin yarısına yaklaşan dış borçların ödenmesi,sağlam bir maliye politikası güdülmesi,tarım reformu,hammas müessesesinin tanzimi,Tunuslular ve yabancılar arasındaki davalara bakan mahkeme teşkili,dini mahkemelerin yeniden teşkilatlandırılması,mahalli idarelerin tanzimi,iktisadi ve mali tedbirler önemli reformları arasındaydı.Ayrıca ihracatı arttırıcı tedbirler aldı,demiryolu yapımını hızlandırdı.Hayrettin Paşa eğitime de büyük önem vererek bu alanda Zeytune Medresesi’nde reform yapılması,devlet basımevinin ıslahı,yeni genel kütüphane kurulması gibi işleri başardı.Hazinedar Mustafa Paşa’nın müsadere edilen mallarını kullanarak lise seviyesinde modern anlamda öğretim yapan,zamanla Tunus’un seçkin aydınlarının yetiştği el-Medresetü’s-Sadıkıyye’nin açılmasını sağladı(1875).Reformların gereğine inanmış olan yakın mesai arkadaşı Muhammet Bayram Hamis’i Cem’iyyatü’ül-evkaf başkanlığına tayin eden Hayrettin Paşa vakıfları tekrar düzenledi,gelirleri artırdı.

       Hayrettin Paşa,iç ve dış baskılar sonucu 21 Temmuz 1877’de reis-i müdiranlıktan istifa etti.İstifa sebepleri arasında,Bahriye müdürü Mustafa b.İsmail’in(Genç Mustafa Paşa) Tunus beyi nezdindeki olumsuz propagandası,son iki yılda iyi ürün alınamaması,hazinenin boşalması, borçların ödenmesinde karşılaşılan güçlükler,Babıali’ye yardımının konsoloslar tarafından iyi karşılanmaması,konsolosların entrikaları,Jenduba-Tunus demiryolu hattı imtiyazını Fransa’ya vermemesi yüzünden bu ülkenin desteğini kaybetmesi gibi hususlar mevcuttu.Görevden ayrıldıktan sonra gözden düşen Hayrettin Paşa emlakının müsadere edileceğinden endişe duydu.Bir süre Fransa’da kaldı.Şahsiyetini İslami reformcu özelliğini ve Akvem’ül-mesalik adlı kitabını II.Abdülhamid’e anlatan Medeniye tarikatı şeyhi Muhammet Zafir Efendi vasıtasıyla padişah tarafından Ağustos 1878’de İstanbul’a davet edildi.İstanbul’a gelince kendisine vezaret rütbesi verildi.Meclis-i Ayan üyeliğine daha sonra yeni kurulan Maliye Komisyonu başkanlığına tayin edildi.İki ay sonra 4 Aralık 1878’de sadrazamlığa getirildi.II.Abdülhamid onu bu makama tayin ederken Tanzimat sisteminde ehliyetli bir devlet adamı bulmayı ve Yeni Osmanlılar’dan kurtulmayı umuyordu.Hayrettin Paşa’nın İslam’a bağlılığı ve ıslahatçı karakteri devletin sıkışık durumunda yeni bir umut olarak görüldü.Ancak paşa Türkçe’yi az biliyordu ve yazı diline de hakim değildi.[6]29 Temmuz 1879 tarihine kadar sekiz ay süren sadereti sırasında Osmanlı-Rus Savaşı  ve Berlin Antlaşması’nın çözümlenmemiş bazı meselelerini halletti.Dönemin şeyhülislamı Esad Efendi ve sarayla ihtilafa düşen Hayrettin Paşa dokuz gün Babıali’ye gelmedi,ardından da istifa etti.Bununla birlikte İstanbul’dan ayrılmadı ve II.Abdülhamid kendisinden faydalandı;ona layihalar hazırlattı,özel komisyonlarda görev verdi.
        Hayrettin Paşa,azlinden sonra II.Abdülhamid’e sunduğu ıslahat,layiha ve arizalarında ortaya koyduğu görüşlerini bir program haline getirdi.Bu programdaki düşünceleri açık,kesin ve samimi,fikirlerinde ısrarlı idi.Paşa Osmanlı idare sisteminde köklü bir değişikliğe taraftardı.En çok önem verdiği husus devlet,millet ve fert hayatı için temel unsur saydığı adalet ve hukukun üstünlüğü idi.Kanun hükümlerinin istisnasız herkese eşit uygulanmasını savunan Hayrettin Paşa’ya göre adalet bütün ıslahatların temelidir.Anayasanın uygulanmaya konulmasını ıslahatların birinci şartı sayıyordu.Mebuslar ve ayan meclislerinin toplanmasını,fikir birliği olan,yetkisi ve sorumluluğu belirlenmiş bir nazırlar heyetinin kurulmasını,tam yetkili nazırların görevlerinde sadrazama karşı sorumlu olmalarını istiyordu.Devet yönetiminde icra  vasıtası olan memurların iyi seçilmesini,kabiliyet ve liyakatlerine göre tayin edilmelerini,azil endişesi taşımadan güvenlik içinde görev yapmalarının sağlanmasını,ceza ve mükafat sisteminin geliştirilmesini gerekli görüyordu.Osmanlı tebaası gayrimüslimlerin eğitim ve servet bakımından ileri olduklarını,imparatorluktan ayrılıp istiklallerini kazanmak istediklerini belirterek onlara mutlak hürriyet yerine sınırlı bir hürriyet verilmesinin uygun olacağını,aksi takdirde devletin parçalanmasının kaçınılmaz olduğunu söylüyordu.Avrupa’yı iyi tanıyan Hayrettin Paşa,bütün güçlü devletlerin kuvvetli bir bürokratik sisteme dayandıklarını bildiğinden bürokratik reformlarda ısracı idi.Adalet sistemi, mahkemeler,meşihat mahkemeleri için yeni bir idari yapılanmanın ve meşihatte ilmi bir meclis teşkil edilmesinin lüzumlu olduğunu savunuyordu.Taşra idaresinin yeni düzenlemelerle ıslahı,vilayet meclislerinin kurulması ve bunların millet meclisi için temel olması da paşanın programında geniş yer tutuyordu.Ona göre genel emniyetin sağlanması için zabıta ve jandarma kuvvetlerinin ıslahı kaçınılmazdı.Yabancı müdahale ve baskılarına karşı Berlin Antlaşması’nın çözülmemiş meselelerinin halledilmesi,dış borçların düzenli şekilde ödenmesi,Avrupa devletlerinin tebalarının hukuklarının korunması,memurların kontrol edilmesi,yabancı elçiliklerle menfaat münasebetlerinin önlenmesi gerekiyordu.Prensip olarak yabancı bir devletle ittifak edilmesini faydalı bulan Hayrettin Paşa,Araplar’ın devlet hizmetinde daha fazla çalıştırılmasını da önerdi.Islahat layihalarını önce Arapça kaleme almış,sonra da Türkçe’ye tercüme ettirmiştir.
         Tekrar sadarete gelmeyi ıslahat programının tanınması  ve uygulanması şartına bağlayan Hayrettin Paşa,30 Kasım 1882’de yeni sadaret teklifini aynı mülahaza ile reddetmiştir.Padişahın programın muhtevasını tedricen icra  edeceği vaadine karşılık,”Vaadin icrasını görebilmek için Nuh ömrü ve Eyyub sabrı lazımdır.Bende ise her ikisi de yoktur”diyerek kabul etmemiştir.Nitekim bazı reform düşünceleri halefleri zamanında uygulanabilmiştir.Hayrettin Paşa,1886 yılında  geçirdiği hastalığında bir daha iyileşemeyeceği zehabına kapılmış,bu kanaat ile 24 Ekim 1886 tarihinde vasiyetini tanzim etmiştir.29 Ocak 1890’da vefat eden Hayrettin Paşa,dört evlilik yapmış beş evladı vardır.Paşa,Eyüp Bostan İskelesi’nde Şah Sultan İmareti bahçesine defnedildi.1968’de kemikleri Tunus’a götürülmüştür.Hayrettin Paşa ,menşe itibariyle kölelikten gelme olup,mizaç ve terbiyesi bakımından karakter sahibi,belli bir siyasi görüşü olan bir şahsiyetti.Doğru sözlü,kimseden korkmaz,sözünü esirgemez,riyakarlıktan nefret eden,cesur ve gayretli bir devlet adamı,namuslu bir insan olarak tanınırdı.Hayrettin Paşa’nın hatıraları ve yazışmaları yayınlanmıştır.Hayrettin Paşa,XIX.yy İslam dünyasının çöküş sebeplerini ve buna karşı alınacak tedbirleri araştıran,fikir ve çözümler üreten bir devlet adamıydı.İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu anlatan,modernleşme ve siyasetle ilgili düşüncelerini ihtiva eden Akvemü’l-mesalik fi ma’rifeti ahvali’l memalik(ülkelerin durumunu tanımak için en emin yol) adlı Arapça eseri 1868’de Tunus’ta basılmıştır.Akvem’ül-mesalik adlı eser besmeleyle başlar ve Allah’ın takdir-i ilahisine teslimiyet ile son bulur.Kur’an-ı Kerim’den hadislerden İslam büyüklerinden ve İslami gelenek içinde yer alan önemli eserlerden iktibaslara çok yer verilmiştir.Eser şu bölümlerden teşekküldür:”Mukaddime”, “Birincikitap”,”İkincikitap”, “Ek” ve “Takariz”.”Mukaddime”,Akvemü’l-mesalik’in en ehemmiyete haiz bölümü olup,yazarın siyasi görüşlerini,tarihi ve felsefi karakterde reformcu görüşlerini ihtiva eder,”İkinci kitap”,dünyanın coğrafi bölümleri,kıtaları,denizleri hakkında fiziki ve coğrafi konuları ihtiva eder,“Ek”te 622-1894 yılları arasında miladi ve hicri tarihlerin mutabakat tablosu verilir ve “Takariz”,kitap hakkında çağdaş 24 fikir ve edebiyat adamı tarafından yazılmış övgü yazılarıdır.
Akvemü’l-mesalik’in bizim için önemli kısmı “Mukaddime”dir.Bu bölümde dört temel görüş ortaya konmuştur:
1.İslamiyet’in siyasi dini kanununun yani şeriatin tam vukufla tatbik olunduğu eski İslam cemiyetinin refah ve saadeti,bunun kaynakları,
2.İslam ümmetinin gerileme sebepleri,
3.Avrupa milletlerinin eski durumu ve yüksek bir uygarlık seviyesine ulaşmak için kullandıkları vasıtalar,modern Avrupa toplumu ve kurumları,
4.Müslüman toplumunu canlandırmak,modern çağa uydurmak,yenileştirmek amacıyla yapılacak reformlar ve bunun esasları.[7]
    Hayrettin Paşa’ya göre medeniyet beynelmileldir ve bu bakımdan uygarlığın sınırları yoktur.Avrupa ve İslam dünya görüşleri,değerler sistemi ve kültür farklılıklarına rağmen birbirinden istifade edebilirler.Yeni dünya şartları içinde pratik teklifler sunar. Reform programını bütün İslam ümmeti için düşündüğünden,bunu temsil eden en büyük siyasi güç olarak ağırlığı Osmanlı Devleti’ne  veriyordu.Ancak,Tunus veya başka bir İslam devletine açık ve kesin atıf yoktur.Hayretin Paşa bu düşünceleri ile İslamcılık akımını benimser.Tahtavi,Hayrettin Paşa üzerinde etkili olan şahsiyetlerden birisidir ve fikirleriyle Hayrettin Paşa’yı ziyadesiyle etkilemiştir.Paşa,halka itimat telkin eden sağlam bir idare tarzı ile amaca ulaşmak ister.Avrupa’nın iklimi,dini veya toprağı sayesinde üstün duruma gelmediğini belirterek Avrupa’yı yükselten şeyleri öğrenmek gerektiğini söyleyerek maddi kuvvetin eğitime,eğitimin de siyasi müesseselere dayandığını Avrupa’nın güç ve refahının esasını adalet ve hürriyete dayalı siyasi kurumların oluşturduğunu,bu kurumların en önemlilerinin de parlemento,parlementoya karşı sorumlu hükümet ve hür basın olduğunu kaydeder;bunlar olmadan maddi refahın mümkün olamayacağını savunur.Parlemento ile basın kuruluşlarını İslam’ın meşveret sistemi ile uzlaştıran Hayrettin Paşa,parlementonun İslam’da “ehlü’l-hal ve’l-akd”denilen ulema ve ayanın yerini tuttuğunu söyler.Bu şekilde klasik İslami siyaset düşüncesi içinde kalarak Avrupa’dan politik,idari sosyal ve ekonomik kurumların alınmasının mümkün ve gerekli olduğunu,İslam’ın buna cevaz verdiğini belirtir;ayrıca İslam ümmetinin tarihinde benzer siyasi uygulamaların görüldüğünü vurgular.Devrin tek güçlü müslüman devleti olan Osmanlı Devleti’ne ve Tanzimat reformlarına büyük önem verir.Şeriatin tam uygulanmasının sağlayacağı faydaların gösterildiği eserde Avrupa’nın teknik ve ekonomik gelişmeleri,buluşları,uzunca  anlatılır.İktisadi kuruluşlar,devlet müdahalesi,şirketler,yerli sanayinin korunması gibi konulara ilişkin bilgi ve görüşlerin de yer aldığı eserde sıhhatli bir reform için ulema ve devlet adamları arasında sıkı bir işbirliği ve dayanışma bulunmasının gerekliliğini ortaya koyan paşanın ulemaya büyük önem vermesi,İslam ülkelerinde ulemanın siyasi ve idari kadroların çoğunu teşkil etmesinden ileri geliyordu.   
      Hayrettin Paşa’nın asıl amacı,XIX. yy’ın diğer bazı reformcuları gibi “müslüman kalarak modernleşmek”ti ve Mısırlı Rifaa et-Tahtavi,Lübnanlı Butrus el-Bustani gibi ilk reformcu ve modernleşme taraftarları arasında yer alıyordu.Devlet adamı ve nazariyatçı karakterini şahsında birleştiren paşanın fikirleri Cemaleddin-i Efgani,Muhammed Abduh ve İstanbul’da Sebilürreşad grubu tarafından ilgi gördü.Akvemü’l-mesalik’de ortaya koyduğu fikirlerine icra adamı olarak da daima sadık kalan paşa,Tunus’taki reformları ve ıslahatları ile Tunus rönesansının ve modern Tunus’un öncülerinden biri oldu.Birçok aydına ilham kaynağı olan eserin “Mukaddime” kısmı 1868’de Fransızcaya yine aynı yıl Arapça neşredilmiş olup Türkçe tercümesi 1879’da Abdurrahman Süreyya Efendi tarafından yapılmıştır.İngilizcesi ise 1874’te önce Atina’da daha sonra Cambridge’de yayımlanmıştır.[8]


[1] Yusuf Akçura,Üç Tarz-ı Siyaset,Türk Tarih Kurumu Yayınları,Ankara,2007,s.19-20
[2]Atilla çetin,Tunuslu Hayrettin Paşa,Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara,1988,s.1-2-3
[3] Çetin,a.g.e,s.18-20
[4]Atilla Çetin,Hayrettin Paşa,Tunuslu,DİA,XVII,İstanbul,1998,s.57
[5] Atilla Çetin,Tunuslu Hayrettin Paşa,Kültür veTurizm Bakanlığı Yayınları, Ankara,1988,s.51
[6]Atilla Çetin,Hayrettin Paşa,Tunuslu,DİA,XVII,İstanbul , 1998,s.58-59
[7] Atilla Çetin,Tunuslu Hayrettin Paşa,Kültür veTurizm Bakanlığı Yayınları,Ankara,1988,s.65-66
[8] Çetin,a.g.e,s.93